Malcolm Gladwell'in efsane kitabı "Outliers" yani "Çizginin Dışındakiler"de çok çalışarak var etmiş insan mitini çürütüyor. Gladwell, başarının sadece çalışmaya değil, aileye, yetişme koşullarına, sosyoekonomik koşullara, kültürel miraslara ve hatta doğduğumuz ay gibi pek çok farklı kritere de bağlı olduğunun altını çiziyor. Yani pek de bizim değiştiremeyeceğimiz bazı gerçekler var bu başarının arkasında.
Hayat hepimize eşit fırsatlar sunmadığına göre belirli konulardaki dezavantajlarımızı nasıl aşacağımızı ve gerçekten çizginin dışına çıkabilmek için neler yapacağımızı bu kitap özetinde öğreneceksiniz.
Kültürümüz kendi kendini iyi yetiştirmiş insan mitini köpürtür. Mükemmel bir matematikçi ile tanıştığımızda onun mantıksal düşünme yeteneğinin doğuştan gelen bir şey olduğunu varsayma eylemindeyiz. Aynı şey profesyonel sporcuların çevikliği, müzisyenlerin ritim duygusu ya da programcıların problem çözme becerileri için de geçerlidir.
Başarılılar sürüden sıyrılmış durumdalar, çünkü doğuştan gelen süper yetenekleri var. Bir örnek verelim, Jeff Bush Florida Valiliği için aday olduğunda kampanya stratejisinin bir parçası olarak kendisini "kendi kendini yetiştirmiş bir adam" olarak tanımladı. Açıkçası bu çok saçmaydı, çünkü ailesinde iki Amerikan başkanı, zengin bir Wall Street borsacısı ve senatör bulunuyordu. Yani kendisini yetiştirerek var etmiş bir adam pek de sayılmaz. Yine de bu mesaj kültürümüzde çok önemli olduğundan valilik yarışında bu söylem son derece işe yaradı. Kendisi bir outlier mı? Evet, yani başarısıyla çoğunluktan ayrılan çizginin dışına çıkan bir kişi. Ancak Bush'un başarısının arkasında güçlü bir çevre var. Acaba son derece naif koşullarda yetişmiş ve mütevazi okullarda okumuş olsaydı da çizginin dışına çıkabilir miydi?
Bireylere ve onların kendilerini var etme vurgusuna o kadar büyük bir değer atfediyoruz ki çoğu zaman bunu etkileyen diğer faktörleri göz ardı edebiliyoruz. Kısacası Gladwell, kendi kendini var etmiş adam oldukça saçma bir efsane ve kişilerin olağanüstü başarılarla fark yaratması sadece kendi iradeleri dahilinde gerçekleşmez diyor.
Birçok dış faktörden etkileniyoruz. Belirli bir eşiğe ulaştığınızda doğuştan gelen yetenekleriniz artık başarılı olmanıza yardımcı olmaz. Doğuştan gelen yetenekler önemli olsa da 1.90 boyunda olmak size milyon dolarlık bir basketbol kontratını garanti etmez ya da çok yüksek bir IQ'ya sahip olmak bir Nobel Ödülü alacağınız anlamına gelmez. Basketbolculardaki boy uzunluğunun ya da matematikçilerdeki sayısal zeka gibi başarıyı teşvik eden niteliklerin bir eşik çizgisi vardır.
Örneğin, belirli bir boya ulaştıktan sonra fazladan birkaç santim bir basketbol oyuncusu için pek de fark yaratmaz. Aynı durum eğitim alanında da geçerlidir. Bazı hukuk fakülteleri pozitif ayrımcılık politikası kapsamında azınlıklar için giriş koşullarını farklılaştırırlar. Puanlarını azınlıklar özelinde düşürürler. Bu öğrenciler hukuk fakültesinde genel olarak beyaz öğrencilerden biraz daha kötü performans gösterme eğilimindedir, ancak mezuniyet sonrası başarı grafikleri incelendiğinde azınlık ve azınlık olmayan öğrenciler arasında bir fark olmadığı görülür. Hukuk fakültesi öncesinde ve hatta öğrenim sırasında daha düşük performans göstermelerine rağmen azınlık öğrencileri benzer maaşlar almakta, çok sayıda onur ödülü kazanmakta ve hukuk dünyasında beyaz sınıf arkadaşları kadar katkıda bulunmaktadırlar. Tıpkı basketbolcularda boy uzunluğunun sadece bir noktaya kadar önemli olması gibi, yeterli miktarda hukuki uzmanlığa sahip olduktan sonra diğer faktörler daha büyük rol oynamaya başlar.
Toparlayacak olursak, beceriler veya kişisel özellikler bir alanda başarılı olmak için gerekli temeli oluşturur. Örneğin, mantıksal muhakeme beceriniz yerlerde ise önde gelen bir hukuk uzmanı olamazsınız, ancak beceri eşiğine ulaştığınızda doğuştan gelen yeteneklerinizdeki artışlar sizi pek de ilerletmez. Bu noktadan sonra artık sosyal beceriler, bağlantılar, ilişkiler ve hatta bazen şans faktörü ilerlemenize yardımcı olacaktır. İşin en önemli kısmını atlamayın; pratik, pratik, pratik.
Outliers kitabını okuyan herkesin aklında en çok kalan şeylerden biri, olağanüstü başarıya ulaşmak için 10.000 saat pratik yapmak gerektiğidir. Malcolm Gladwell, beceriyi otomatikleştirmek için gereken sinirsel bağlantıları oluşturmayı sağlayan şeyin 10.000 saat pratik yapmak olduğunu savunuyor.
Yetenek, başarı reçetesinde kesinlikle önemli bir bileşen olsa da sıkı çalışmanın da en az onun kadar, hatta daha da fazla, önemli olduğunu görüyoruz. Uzun yıllar boyunca başarının "yetenek + hazırlık" olduğuna inanılmış olsa da yeni araştırmalar yeteneğin başarıda düşünüldüğünden de az bir rol oynadığını ortaya koyuyor. Hazırlık ya da pratik yapmak, yeteneğin önüne çoktan geçmiş.
Gladwell, 90'ların başında Berlin Müzik Akademisi'nde keman çalanların müzikal becerilerini inceleyen bir araştırmaya atıfta bulunuyor. Araştırmacılar müzisyenlerin pratik yaptıkları saat sayısı ile müzikal başarı düzeyleri arasında yüksek bir korelasyon buluyorlar. Haftada birkaç saat pratik yapan öğrencilerle daha yoğun çalışan öğrencilerin arasındaki fark 20 yaşına geldiklerinde oldukça açılıyor. Bu yaşa geldiklerinde muhtemelen 10.000 saatin çok daha üzerinde çalışmış öğrenciler dünya çapında müzisyen olarak çalışmaya başlarken diğerleri müzik öğretmeni olma yolunda ilerliyorlar.
Malcolm Gladwell, bu teoriyi farklı alanlardaki çeşitli insanların başarılarını açıklamak için de kullanıyor. Örneğin, efsane grup Beatles üyeleri son derece yetenekli müzisyenler, ancak geçinebilmek için Hamburg'da striptiz kulüplerinde haftanın 7 günü saatlerce performans sergilemek zorundaydılar. Bu şekilde tam bir buçuk yıl boyunca ter attıktan sonra 1960'larda grup ses getirmeye başladı. O ana dek grup tam 1200 kez sahne almıştı ki, bu sayı çoğu grubun tüm kariyerleri boyunca gerçekleştirdiğinden çok daha fazla. Bir başka çizginin dışındaki isim Bill Gates. Üniversiteden mezun olmadan önce 10.000 saat programlama pratiği yapma fırsatı bulmuş. Keza Steve Jobs da farklı değil.
Bu ve benzeri hikayeler Gladwell'i başarının bileşeninin deha veya konu hakkında daha çok öğrenmeye çalışmak değil, pratik yapmak olduğuna inandırıyor. Ancak elbette herkesin bir şey üzerinde pratik yapmak için bu kadar zaman harcama fırsatı yok. Her şeyden önce mümkün olduğunca çok pratik yapabilmek ve rekabette öne geçebilmek için erken başlama fırsatına ihtiyacınız var. Ayrıca, sizin veya ailenizin sizi destekleyecek kaynaklara sahip olması gerekir. Dünyaca ünlü bir kemancı olmak için haftada 40 saatinizi harcarken başka bir işe adam akıllı zaman ayıramayacaksınız. Ayrıca, ne yapmak istediğinize bağlı olarak kaliteli ekipmanlara da erişiminiz gerekebilir. Yani ailenizin, arkadaşlarınızın, öğretmenlerinizin veya eşinizin maddi manevi desteğine ihtiyaç duyabilirsiniz.
Eğer şanslıysanız Bill Gates ya da Steve Jobs gibi tüm bunlara sahip olabilirsiniz. Maalesef herkes böyle bir destek alma konusunda aynı şansa sahip değil. Bu nedenle de seçtiği alanda dünya standartlarında ustalığa ulaşma fırsatından fiilen yoksun pek çok kişi var. Kısacası nerede doğduğunuz, ailenizin ekonomik durumu ve çevrenizdekilerin yaklaşımı da yine olağanüstü başarıya destek olan faktörlerdir. Çünkü bunlar yoksa 10.000 saat üzeri pratik yapma ihtimalimiz de pek yok.
Olağanüstü başarı için pratik yapmak, şans ve sosyoekonomik statü dedik. Gladwell, sadece bunlarla da bitmiyor diyor. Başarımızı etkileyen diğer faktörlerden biri doğduğumuz ay. Malcolm Gladwell, doğduğunuz ay hayatta kendinizi konumladığınızı yeri oldukça etkileyebilir diyor.
Şöyle düşünün, çoğu spor dalında yaş grupları için uygunluk tarihi 1 Ocak'tır. Yani aynı takvim yılında doğan tüm çocuklar birbiriyle yarışır. Adil görünüyor değil mi? Ama aslında öyle değil. Yıllık eleme tarihleri Ocak ayında doğan çocukları Kasım ve Aralık'ta doğanlarla karşı karşıya getirir. Başka bir deyişle aslında Aralık doğumlular kendilerinden bir yaş büyük çocuklarla yarışırlar.
Bu arada, sistem sadece başlangıçta hakkaniyetsiz olmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet yaratıyor. Çünkü koçlar, doğum yılı görünürde eşit olan bu çocukların bazılarının daha güçlü oldukları ya da daha iyi oynadıkları için övüyorlar. Oysa belki de bu çocuklar daha yetenekli değil sadece daha büyükler ve gelişim olarak doğal olarak ilerdeler. Başarıları övülen bu çocuklar kendilerini geliştirmek için daha fazla teşvik ve fırsat elde ederler. Buna kümülatif avantaj denir. Örneğin, Kanadalı profesyonel hokey oyuncularının çoğunun doğum günlerinin yılın ilk yarısında olması aslında tesadüf değildir.
Şöyle düşünüyor olabilirsiniz "İyi de ne alaka? Ben hokey oyuncusu değilim. Kanadalı bile değilim." Ancak bu konu insanları yaşa dayalı gruplara ayıran herhangi bir alanda eşit olmayan koşullar yaratabilir. Örneğin, okullar. Dikkat süresi kısa olduğu için heceleme dersine pastel boya götüren 5 yaşındaki bir çocuk sorunlu damgası yiyebilir ve bu da öğretmenlerin önyargısı ile kendini etiketleyeceği anlamına gelir. Yanında oturan neredeyse 6 yaşındaki çocuk ise öğretmenin gözbebeğidir, çünkü daha fazla odaklanabiliyordur. Oysa konu sadece gelişimsel döngülerle ilgili olabilir.
https://youtu.be/k1SF_6-K9po?si=on7GboH9QFlAjcP_&t=798
Bunun çizginin dışına çıkabilen insanlarla ne ilgisi var derseniz, çocuklukta yaşadığımız olumlu olumsuz tüm deneyimler kendimizi nasıl gördüğümüzü şekillendiriyor. Kendini sporda diğerlerine kıyasla beceriksiz gören bir çocuğun olimpiyatlara katılma hayali olabilir mi? Bu konuda ailelere de eğitimcilere de gerçekten çok iş düşüyor. Sistemdeki bu tip eşitsizlikler düzeltilebilir. Yaş avantajı ilelebet sürmeyecek sonuçta. Aradaki fark azalana dek eğitimde spor ve sanat aktivitelerinde ay farklılıklarını gözeten bir sistem kurulabilir. Ocak-Nisan arası bir grup Nisan-Eylül bir grup ve Eylül sonrası başka bir grup gibi yapılabilir. Aynı şey aslında dar gelirli ailelerin çocukları için de geçerli. Arkamıza yaslanıp daha varlıklı ailelerin çocuklarının daha fazla fırsata erişmesine izin vermek yerine, hane halkı geliri son derece düşük olan öğrencilere açık, titiz ve kaliteli ek programlar yaratabiliriz.
Bu konuda yapılan pek çok araştırmanın sonuçları ortak. bu dezavantajlı çocuklar titiz bir eğitim sistemine tabi tutulduğunda matematik ve Türkçe seviyeleri arasındaki fark kapanmış ve iş yaşamındaki başarı oranları da bir süre sonra eşitlenmiş. Yani geçmişte daha zorlayıcı bir sistemin içinde olmanız geleceğinizi şekillendirmenin dışına çıkmanıza engel değil. Ancak, bu noktada Gladwell'in önerdiği 10.000 saat kuralını takip etmek, yani gerçekten çok sıkı çalışmak gerekiyor. Örneğin, diğerlerinden çok daha fazla çalışmak gerekiyor. Dediğimiz gibi hepimiz eşit koşullarda değiliz.
Tabii sadece pratik değil, yapabileceğimiz başka şeyler de var. Bunu son bölümde konuşacağız, ancak öncesinde biraz kültürel farklılıkların başarıya etkisinden bahsedelim.
Coğrafi ve kültürel olarak nereden geldiğiniz, başardıklarınız üzerinde özellikle büyük bir etkiye sahip olabilir. Asyalıların matematikte iyi olduğu klişesini muhtemelen duymuşsunuzdur. Bazıları buna itiraz edebilir, ancak Doğu kültürünün birkaç yönü aslında matematiği teşvik eder. Bunlardan biri dil yapılarıdır. Çocuklar Asya dillerinde sayıları ifade etmek için otomatik olarak sayıları toplamayı da öğrenirler ve böylece matematiksel yeteneklerini daha erken geliştirmiş olurlar. Dile ek olarak Asya diyetinin temel maddesi olan pirinç de öğrencilerin matematik öğrenmesine yardımcı oluyor, çünkü pirinç tarımı oldukça disiplinli bir iş ahlakını teşvik ediyor.
Pirinç tarımı Batı mahsullerin tarımından çok çok daha zor, sağlam ve karlı. Bir pirinç hasatı için hassasiyet koordinasyon ve çok ciddi sabır hatta çok fazla emek gerekiyor. Uzakdoğu kültüründe yılda 365 gün şafaktan önce kalkabilen hiç kimse ailesini fakir edemez. Peki bunun matematikle ne ilgisi var? Matematik de aynı pirinç tarımı gibi aslında biraz daha zordur. Örneğin, cevabın 19.47 olması gerekirken neden sürekli 17 çıktığını anlamak için bir saatinizi harcayabilirsiniz. İşte Asyalılar bunun için oldukça uygunlar, çünkü onların sabırları sonsuz.
Araştırmalar Batı ülkelerindeki öğrencilerin Doğu ülkelerindeki öğrencilere göre bir problemi anlamaktan çok daha çabuk vazgeçtiklerini göstermiş. Yani evet, Asyalılar matematikte genellikle iyidir ve bu onların kültürel miraslarının bir parçasıdır. Aileler tarımla ilgilensin veya ilgilenmesin bu eğilim hala nesiller boyunca devam ediyor.
Tabii Uzakdoğu kültürünün son derece dezavantajlı tarafları da var. Otoriteye kesin itaat, sorgulamadan uzak olmak ve saygı kavramının abartılması gibi. Örneğin, 2000 yılından önce Kore Hava Yolu şirketi korkunç bir güvenlik siciline sahip. Şirketin kaza oranları sektör ortalamasının 17 katından daha yüksek. Yapılan incelemeler sonucu bu başarısızlığın bir kültürel miras kaynaklı olduğu ortaya çıkıyor. Kore kültürü otorite figürlerine değer verir ve kişinin her zaman daha yüksek rütbeli bir kişiye itaat etmesi gerektiğini dikte eder. Dolayısıyla, bir uçağın kaptan pilotu hata yaptığında daha düşük rütbeli olan yardımcı pilot yanındakini düzeltme konusunda rahat olmayabilir. Çünkü kültürel mirasları bunu yapmamaları gerektiğini söyler. Kore Hava Yolları'nın Guam'daki kazalarından biri buna bir örnek.
Uçağın yardımcı pilotu kaptana görüş mesafesinin çok düşük olduğunu söylemeye çalışıyor, ancak kaptanı açık bir emirle rencide etmekten kaçınmak için sadece şunları söylüyor: "Kaptanım, sizce de çok fazla yağmur yağmıyor mu? Göz gözü görmüyor." Kaptan, ikinci kaptanın yağmurla ilgili ürkek yorumunu doğal olarak görmezden geliyor. Sonuç tam bir facia. Neyse ki, 2000'li yılların başında Kore Hava Yolları kendi içinde bir reform yapıyor ve uçuş ekiplerinin aralarındaki iletişimi geliştirmek için Batı ülkelerinden danışmanlık alıyorlar. Bugün nihayet hava yolunun güvenlik sicili rakipleriyle aynı.
Kültür, konuşulan dil, coğrafya, sosyoekonomik statü, eğitim sistemi ve yaş ile tüm bu kavramların başarımızdaki etkisinden bahsettik. İyi güzel, ama ne yapmalı? Kaderimize teslim mi olacağız?
Çizginin dışına çıkabilmek için neler yapabiliriz? Olağanüstü başarı, bu başarıyı mümkün kılan birçok parametrenin birleşimidir. Ancak iyi haber şu ki, oyunu değiştirme fırsatımız var.
Outliers'da Gladwell, uzun vadeli hedefler için kararlılık ve tutku olarak tanımladığı azim kavramından çok sıklıkla bahsediyor. Gladwell azimli olmanın başarının kilit bir bileşeni olduğunu, çünkü insanların engellerin üstesinden gelmelerini ve zorluklar karşısında bile hedefleri doğrultusunda çalışmaya devam etmelerini olanak tanıdığını savunuyor.
Azimle çalışarak yeteneklerimizi geliştirebiliriz. Bunun içinse büyüme zihniyetine sahip olmamız gerekiyor. 10.000 saat pratik yapabilmek de zaten ancak bir büyüme zihniyetinin uzantısı olabilir.
Tüm koşullara rağmen bizi başarıya taşıyacak bi diğer şey ise anlamlı hedefler belirlemektir. Uzun vadeli hedefler belirlemek ve bunları daha küçük, daha yönetebilir görevlere ayırmak önemlidir. Sadece nihai sonuca değil, hedeflerimize doğru yürümeye ve süreçten keyif almaya odaklanarak başarılı olmak için gereken azim, iç motivasyon ve tutkuyla geliştirebiliriz.
Tabii burada uğraştığımız her ne ise onun bize anlamlı gelmesi önemli. Gladwell, en başarılı insanların işlerini anlamlı ve tatmin edici bulanlar olduğunu savunuyor. Bu amaç ve tatmin duygusu bizi başarıya götürecek ve uzun çalışma saatleri için ihtiyacımız olan o motivasyonu da aslında sağlayabiliyor. Hedeflerinizin peşinden giderken kendinize sizin neyin motive ettiğini ve işinize neyin anlam kattığını sormanız oldukça önemli. Değerleriniz ve ilgi alanlarınızla uyumlu bir uğraş bulduğunuzda o alanda başarıya ulaşmak için gereken tutku ve adanmışlığa sahip olduğunuzu kesinlikle hissedebilirsiniz.
Bizi başarıya götüren bir diğer etken destek sistemlerimizin olması. Başarılı insanların genellikle aileleri, akrabaları ve öğretmenleri tarafından desteklendiğini görüyoruz. Bizim böyle bir şansımız olmadıysa bu destek sistemlerini kendimiz yaratmalıyız. Hedeflerinizin peşinden giderken sizi destekleyebilecek toplulukların, kişilerin ve bağların gücünü yatsımayın. Hedeflerinizi ve değerlerinizi paylaşan kişilerle güçlü iletişim kurarak engelleri aşmanız ve başarıya ulaşmanıza yardımcı olabilecek olağanüstü bir destek sistemi geliştirebilirseniz çok daha başarılı olabilirsiniz.
Hayat maalesef hepimize eşit şartlar sunmuyor. Kimimiz neredeyse Silikon Vadisi'nin içine doğuyoruz, kimimiz yiyecek ekmek bulmakta zorlanıyor. Yapabileceğimiz şey kaderimize teslim olmamak, yani bize çizilmiş sınırların dışına çıkmak için haddimizi aşmaya cesaret etmek. Kendimizi gelişime adayarak, ısrarla pratik yaparak, bize bahşedilmiş fırsatları kovalayarak, kültürümüzden kaynaklı faktörlere dikkat ederek, anlamlı hedefler koyarak ve bizi yukarıya taşıyacak güçlü ilişkiler geliştirerek başarıya ulaşmamız ve çizginin dışında bir başarı hikayesi yazmamız mümkün olacaktır.
Yazarın dediği gibi;